16 Eylül 2012 Pazar

kore vs japon dizileri

uzun zaman oldu. ama yaklaşık 3 ayda deli gibi anime izledim diyemem çünkü kore dizilerine merak sardım bir ara. teker teker mi anlatsam acaba diye düşündüm ama önce izlediklerimi yazıp sonra beğendiklerimi yeni bir blogda anlatırım. önceden coffee prince, full house ve a love to kill izleyip uzun bir ara vermiştim. yeni olarak da bu sırayla değil ama secret garden, greatest love, 49 days, goong, my girlfriend is a gumiho, dizilerini izledim. başlayıp yarım bıraktıklarım da var. boys over flowers mesele. kız karakterini beğenmemiştim ama bu dizinin japon versiyonu olan hana yori dango çok hoşuma gitti. ondan sonra da japon dizileriyle ilgilendim biraz. hana kimi, nobuta wo produce, kimi wa petto, gokusen, tatta hitotsu no koi
gibi dizileri izledim. bildiklerim bu kadar ama karşılaştırma yapmadan duramadım. sonuç olarak da kore dizilerinden beğendiklerim olsa da benim için japon dizileri galip geldi. japon dizilerinin anime havası taşımaları ve zaten mangalardan uyarlanmış olmaları beni tek cezbeden nokta değil. kore dizileri gibi parlak renkler değil de kapalı bir hava taşımalarını, gerçekçi olmalarını, illaki aşk öyküsü anlatma dertlerinin olmamasını, izlerken kore dizilerindeki zaman kaybı hissini yaşatmamasını sevdim. kdramalar da karakter yaratma açısından daha başarılı göründü. niye böyle diyorum çünkü favorilerimden olan secret garden'ı kim jon woo karakteri için greatest love 'ı da dokko jin karakteri için izledim desem yalan olmaz. zaten kdramaların olayı klişe konuları eğlenceli ve romantik hale getirip izletmek ama jdramalarda düşündürücü bir yan var. uçuk kaçık bir konuyu oldukça gerçekçi işleyebiliyorlar. kimi wa petto mesela. güçlü bir iş kadını, kapısının önünde yaralı olarak bulduğu bir adama, köpeği olması karşılığında evinde kalmasına izin veriyor. gerçekten uçuk kaçık bir konu ama işte izlerken neden yanındayken kendimiz gibi davranamadığımız kişilerle birlikte olmaya devam ederiz, neden evcil hayvanlarla daha kolay ve samimi ilişkiler kurarız gibi sorular üzerine düşündürüyor. hatta çatlak bir terapist tarafından bu soruları yanıtlıyor.
nobuta wo produce ise arkadaşlığı çok iyi anlatan dizilerden biri. konu olarak psikopat derecede garip bir kızı popüler yapmaya çalışan 2 arkadaşın öyküsü. tekrar tekrar izlenebilecek harika bir olay örgüsü ve oyunculuk var. benim tarzım bu diyebilirim.
aslında bu yazıyı yazmadan sadece hana yori dango ile boy over flowersı karşılaştırmayı düşündüm ama bunu birçok sitede ve blogda yapmışlar. hem ben hana yori dangoyu gerçekten sevdiğim için tarafsız olamayabilirim.

23 Nisan 2012 Pazartesi

northern exposure

northern exposure, 1990 ve 1995 yıllları arasında yayınlanmış bir televizyon dizisi. Kuzeyde Bir Yer adıyla Türkiye de yayınlamış ama ben bunun için geç kalmışım. yine de bu diziyi keşfettiğim için şanslı hissediyorum. dizide, Alaska'nın - gerçekte varolmayan - Cicely adlı kasabasında yaşayan bir grup insan ve onların başından geçenler anlatılıyor. new york'tan gelen doktor - Joel Fleischman 4 yıl boyunca cicelyde çalışmak zorundadır ki bu küçük kasaba yarı kızılderili olan Ed, Chris, Maggie gibi birbirinden ilginç insanlar içeren kuzeyde bir yerdir.

dizinin özellikle benim için çok önemli bir yere sahip olmasının birçok nedeni var ama en büyük neden dizideki karakter anlayışıdır bence. özellikle Rob Morrow' un canlandırdığı yahudi doktor karakterine, onun uzun ve iğneleyici cümlelerine ve Maggie'yle olan atışmalarına bayılıyorum. hatta bu yüzden tekrar izlediğimde de aynı tadı alabiliyorum. aynı şekilde radyoda Chris'in konuşmaları, jung'dan ve kollektif bilinçaltından bahsetmesi ve walt whitman'dan şiirler okuması da aynı tadı veriyor. ama sadece bu değil yani sadece cümlelerin, konuşmaların fazla beklenmedik olması değil diziyi farklı yapan, daha çok bütün o konuşmaları aktarış biçimiyle sanki dizi izliyor gibi değil de, o kasabada yaşıyormuş ve barda oturanlardan biriymişiz gibi hissettirebilmesi.ama merak ediyorum gerçekten bu kadar tatlı bir kasaba olabilir mi? çünkü acaba cicely'in aslında var olmamasıyla yazarlar bunun bir ütopya olduğunu mu anlatmaya çalışmışlar bize. umarım değildir çünkü küçük bölgelerde böyle sıcak bir atmosfer olabileceğine inanmak istiyorum.aslında bakarsak benim yaşadığım yerde küçük sayılır ve ben çocukken yaşadığım köyde gayet küçük bir yerdi ama itiraf etmeliyim ki dizideki mahalle barının üstlendiği görevi bizim köydeki kahvehaneler üstlenmezdi. belki sadece erkekler için bir yer olması bu farkı yaratıyordur ama sanmıyorum daha farklı bir nedeni var gibi bilmiyorum. ama emin olduğum birşey var; dizide Chris ne zaman, aurora borealis, mancınıkla piano fırlatma gibi şeyler yapsa ona özeniyorum gerçekten ve şöyle düşünüyorum, evet bende hayatımda böyle küçük projeler olsun istiyorum ve mümkünse bunlar bir işe yaramasın. yani hadi ama bütün yaptığımız zaten ne olduğunu anlayamayacağımız şeylere bir anlam yüklemeye çalışmak değil mi? öyleyse en anlaşılmaz şeyleri yapalım. okulu veya işi herneyse bırakıp bir motosiklete atlayıp kuzeye doğru yönelelim mesela. zamanımızı harcamak için daha iyi bir yol göremiyorum.





4 Nisan 2012 Çarşamba

avatar the legend of korra

avatar the last airbender'ın devamı niteliğinde, yeni başlayan bir seri 'avatar the legend of korra'. avatar'ı bilenler için çok sevindirici bir haber bu. ben de ilk avatarın fanlarından biri olarak bu yeni diziyi görünce, yine aang'i, toph'u, sokka'yı, zuko'yu ve elbette iroh'u göreceğimi düşünerek çok heyecanlanmıştım. ama dizinin ilk bölümünde eski karakterlerden görebildiğimiz sadece katara var. çünkü yeni hikaye 70 yıl sonrasını ve yeni bir avatarı içeriyor.


isminden de belli olduğu gibi yeni çizgi dizimiz, aang'den sonra gelen avatarı yani korra'yı ve onun republic city'deki maceralarını konu ediniyor. korra, mavi gözlü, kumral, su kabilesinden bir kız. ayrıca  karakter olarak da aang'den oldukça farklı. öyle ki, ''ben avatarım. buna alışsanız iyi olur.'' diyerek yaptı açılışını. henüz dizinin ilk bölümünü izledim ama gördüğüm kadarıyla korra, zamanla daha sempatik gelebilecek bir karakter ve açıkçası aang'e benzetmeye çalışmamaları iyi olmuş.
gelgelelim republic city'e. burası aang'in hükümdarlığı döneminde gelişmiş, 4 ulusu birleştiren oldukça modern bir şehir. her tarafı gökdelenlerle dolu, caddelerinde arabalar vs.. alışıldık avatar atmosferinin dışında yani. bu yeni görünümüyle eski mistik özelliklerini, çöl ve toprak rengini özletecek gibi görünüyor.
 açıkçası avatarda en sevdiğimiz şeylerden biri olan o mistik havasının ve doğayla bütünleşen felsefesinin yerine sırf 70 yıl geçti süsü vermek için gökdelenler ve teknolojik şeyler koymalarına inanamıyorum. tamam 70 yıl süren bir gelişim sürecinin ardından bir şeylerin değişmesi beklenir ama bu değişim avatar evreni söz konusuysa teknolojide olmak zorunda değildir. sadece avatarda değil, fantastik bir dünya ya da paralel bir evren varsa ortada, o evrende, dünyada'ki teknolojiye karşılık gelen her neyse o kullanılmalı. avatar için bu bükme yeteneğidir. ve avatarda modernleşme demek de bükmenin geliştirilmesi olmalıdır. mesela toph'un eğittiği metal bükebilen polisler... akıllıca olmuş gerçekten. ama aynı adamların uçağa bindiğini görmek de istemiyorum. bir evren için bu kadarı fazla. ha bu demek değildir ki teknoloji hiç bir fantazi de olmasın. olabilir tabii ama fma'daki gibi bir ayrım yapılacaksa.. fma'da edward başka bir dünyaya gider ve burada simya kullanılmadığını onun yerine teknoloji olduğunu görür ve yeni hayalini uzaya çıkmak olarak değiştirir. başka bir örnek zero no tsukaima'da büyülerin hakim olduğu bir dünyaya düşen normal bir çocuk vardır. büyü yapamaz doğal olarak ancak kendi dünyasından gelen uçakları ve silahları kullanabilir. baktığımızda bir denge olduğunu görebiliyoruz. ilk avatarda da bu denge vardı elbette üstelik çok ince detaylarlar da vardı bu konuda. mesela toph toprak bükerek uzun mesafeler kat edebiliyordu. aang hava bükerek uçabiliyordu. appa bile hava bükerek nasıl oluyorsa uçabiliyordu. yani bütün yan avantajlarını geçsen bile tek başına 4 elementi bükme fikri, büyü, simya vb. alternatiflerine göre çok daha orjinal bir fikir. yeterince özendirici..
  aslında yeni karakterler hakkında yazmak istiyordum. aang ve katara'nın torunları ve belki ilerde zuko ve sokkanın torunlarını da görme ihtimali hakkında. ama onun yerine bir resim daha açıklayıcı olur şimdilik. işte yeni jenerasyon:



22 Mart 2012 Perşembe

DUNE - LOTR


Dune, Artur C. Clarke'ın ifadesiyle "Yüzüklerin Efendisi ile kıyaslanabilecek tek şaheser kurgu romandır." 

Ben dune'u yüzüklerin efendisinden daha önce okumuş biri olarak bu sözü duyduğumdan beri, yüzüklerin efendisini özellikle okumak istiyordum ki ben bu serinin filmlerini bile henüz izlemiş değilim. dolayısıyla 1 hafta kadar önce kütüphanede uzun zamandır kayıp olan serinin 1. kitabına rastlayınca sevinerek aldım. bugün de kitabı bitirdim. 
kitap kısaca frodo ve 8 arkadaşının yolculuk maceraları gibi görünüyor. ama arka plandaki büyük bir gücü simgeleyen yüzüğe sahip olma mücadelesiyle alegori olabileceği de savunulmuş ve tartışmalara ortam hazırlamış. yazara göre ise bu seri alegori değil, tarihi bir roman. sonuçta nasıl bakarsanız bakın fantastik edebiyata giriş niteliğinde, yepyeni bir tarih ve coğrafya yaratmayı başarmış olağanüstü bir roman ama dune ile kıyaslamak.... 

bu iki kitabı kıyaslamaya gerek yok aslında ikisi de yayınlanmasının önüne geçenleri katlettiğinde vizdan azabı duymamanı gerektirecek kitaplar. ama eğer böyle bir kıyaslama söz konusuysa bence dune yüzüklerin efendisini büyük bir farkla olmasa da geçer. ama bu genelde böyle tabii. bazı noktalarda üstünlükler pekala değişebilir. mesela dune asillerden hanedanlardan kuisatz haderah gibi üstün insanlardan bahseder ki paul müeddip doğuştan gen zengini, şanslı biridir. buna karşılık lotr'da frodo sıradan bir hobbittir. 

zaten özellikle fantastik eserlerde insanlar zaten yeterince farklı olan karakterlerin en azından biraz kendilerine benzemesini ve sıradan olmasını daha çok seviyor. (harry potter'da da kullanılan bir yöntem bu aslında.) üstelik kahramanın sıradan biri olması yazara da kolaylık sağlar. bu bakımdan frank herbert'in işi daha zordu bence çünkü o bir mesih hikayesi anlatıyordu. dolayısıyla tasarladığı karaktere üstün özellikler verdi. onu zeki, iyi eğitimli ve mentat olarak tasarladı üstelik fremenler onu peygamber seviyesine yükseltti ve frank herbert, paul'ü her konuşturduğunda ona verdiği bu kadar özelliği dikkate almak zorundaydı. 

ama frank herbert işini o kadar iyi yaptı ki okuyan herkes kendini paulle birlikte büyümüş gibi hisseti ve karaktere sempati duydu. şahsen benim en sevdiğim karakterdir paul müeddip. turgenyev'in babalar ve oğullarında bazarov hakkında arkadiy'e biri şöyle diyordu yanlış hatırlamıyorsam; ''o farklı olmaya çalışmıyor hatta bundan nefret ediyor bu yüzden farklı, sense farklı görünmek istiyorsun bu yüzden hep sıradan olacaksın'' bu söz paul için de geçerli, o sıradan olmak istedikçe daha gerçekçi geliyordu bana. onun bu psikolojisi dune serisinin 2. kitabındaki duygusallığın da en büyük nedeniydi.
 
gelgelim lotr'a ki burada karakterler hakkında en takdir ettiğim şeylerden biri onların doğallığı. sanki gerçekten yaşıyorlar da bir kaç boyut farkı yüzünden bizim algılayamadığımızı yazar algılamış gibi. (dune tabiriyle farkındalık). 
demek istediğim böyle bir kitap yazan başka biri ne yapardı. en azından grubtaki 9 kişiden birini kadın olarak tasarlardı ya da frodo hobbit değil de insan olurdu.. ama tolkien bu klişeler için kasmamış. kadın bir karakter eklemek için zorlamamış ki çok iyi yapmış. kısaca kendi boyutunda ne gördüyse onu yazmış.. 

konuyla ilgili bir yazıda dune ile lotr'un verdiği mesajlar yönünden karşılaştırıldığını gördüm. tam hatırlamıyorum ama ana fikir şuydu: ''dune'daki insanlardan çoğu hayvan statüsündedir buna karşın lotr'da insan olmayanların bile çoğu insandır..'' bu doğru. dune da insanların gerçekten insan olup olmadığını anlamak için gom cabbar sınavına girmesi gereklidir. sınav insanların acıya katlanma seviyesini ve içgüdülerini kontrol etme düzeyini ölçer. ilk kitapta rahibe ana olan yaşlı kadın bunu şöyle açıklamıştı: ''bir hayvan tuzağa yakalandığında sadece kurtulmayı düşünür ve gerekirse kolunu, bacağını kopararak oradan kaçar; bir insan ise türüne yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için acıya katlanarak bekler.'' (gerçeği bunun daha iyi bir ifadesiydi). 

lotr'da ise ön planda olan yüce duygular var. kardeşlik ve dostluk duyguları her hareketlerinden okunur. mesela, ilk kitabın sonlarında, sam'in frado söz konusu olduğunda gösterdiği zeka pırıltıları bu duyguların bir sonucu olarak vuku bulur. sonuçta evet lotr az olan insan popülasyonuna rağmen daha fazla insaniyet içerir. ama bu sonuç bence bir artı yada eksi kazandırmaz. 

hatta dune daha insancıl olsa daha iyi olur diyemeyiz. yapısına uymaz. çünkü dune'da alt planda evrimin sürekli işlediğini görürüz. doğal olarak güçlü olanın ayakta kalması söz konusudur hatta lotr'daki yüzüğün karşılığı dune'da evrimde bir basamak ileri gitmektir ki II. leto'nun bunu yaptığını görürüz. babasının red ettiği yüzüğe II. leto sahip olmuş olur. oysa lotr'da yüzükten kurtulmaya çalışırlar. bu dune'da evrimin önüne geçmeye çalışmakla aynı şey. 

lotr'da yüzüğü yok etmeye çalışmalarının nedeni şuydu: 'büyük güç iyinin de eline geçse kötünün de eline geçse sonuç değişmez. dengeyi korumak her zaman hayat kurtarır.' dune'da paul müeddip'in altın yolu ret etmesinin nedeni de muhtemelen aynısıydı. peki II. leto'nun babasına rağmen ve yol açacağı büyük savaşları bilmesine rağmen altın yola girmesinin nedeni neydi?  o bu yolun engellenemez olduğunu görmüştü çünkü. kaderci bir yaklaşımı vardı gerçi ama gelişimin engellenemeyeceğini, gücün önüne geçilemeyeceğini ya da yüzüğün yok edilmesinin mümkün olmadığını görmüştü. ne de olsa o da bir kuisatz haderah'tı.

20 Mart 2012 Salı

animeler

dün televizyonda, önceden olduğunu hiç bilmediğim bir kanala denk geldim. animez adında bir kanal. akşam 9'dan sonra naruto bleach fma d-gray man gibi shounen animeler yayınlıyor. en iyi yanı ise altyazılı olması. bu kanal ne kadar zamandır böyle bilmiyorum. ama televizyonda anime izleme imkanı bulduğuma sevindim. ve fark ettim de eğer bir sene önce olsaydı ve tvde narutoyu görseydim, muhtemelen ilgilenmezdim. hatta belki de görmüşümdür.. 
dediğim gibi 1 sene öncesine kadar animenin ne olduğunu bilmiyordum. sonra bir gün death note'u izledim. zaten çoğu kişi de böyle başlamıştır. death note'u nerden duyduğumu ise bilmiyorum. emin değilim. ama onun popülaritesine çok şey borçluyum. şimdi bile birilerine animeyi sevdirmek istediğimde death note'u öneriyorum. (pek dinleyen olmuyor gerçi). 
gel gelelim death note'dan sonrasına ki burası animelerin hayatınızdaki yerini belirlemekte çok daha önemlidir bence. çünkü death note'a benzer anime bulmak kolay değil ve henüz diğer anime türleri hakkında da pek bir bilgi yok. dolayısıyla bir shounene denk gelip fazla çocuksu bularak bırakmak olası.
 ben ne izleyeceğime karar vermek için animelerin puanlarına ve yorumlarına bakmıştım. sonuçta 2 . izleyeceğim anime olarak  fulmetal allchemist'i seçtim. simyayla ilgili olması cezbetti tabii. şimdi baktığımda daha çocuksu geliyor ama iyi bir seriydi fma. etkileyici bölümler içeriyordu. mesela 1. serinin 7. bölümü (kimera olanı) hala aklımdadır. 
daha sonra cowboy bebop, samurai champloo, gto ile devam ettim. ve sonra da one piece'e başladım ki cesaret ister yaklaşık 500 bölüm. yaz tatiline denk gelmesi ile fazla uzun sürmedi bitirmem. zaten eğlenceli bir seriydi özellikle seslendirilmesi çok başarılıydı. 
one piece'den sonra bleach'e başladım. ben başladığımda yaklaşık 300. bölümlerdeydi ama filler bölümleri atlayarak gidince çok da sıkıcı olmadı. yan karakterleri iyi tasarlanmış ve güzel müzikleri olan bir seriydi. soul society arkına kadar seri olarak da iyiydi aslında bleach ama sonra kendini tekrarlamaya başladı. ama hala bazen son bölümlerinden açıp izliyorum. 
daha sonra animelerin farklı türlerini denemeye karar verdim. ouran high school host club, lovely complex, nana gibi yaklaşık 20 tane shoju türde anime izledim. bunlarla ilgili sonradan uzun yorumlar yazarım muhtemelen. bu arada sadece arka arkaya shoju izlemiyordum tabii. aralarda izlediğim kült denebilecek bazı yapımlar da var ki çoğunu 1den fazla kez izlemişimdir. monster, lain, ghost in the shell, slam dunk..... ki bu arada slum dunk'ın mangasından farklı bir sonla bittiğini öğrendiğim için kaldığım yerden itibaren mangasından devam ettim ve böylece ilk kez manga okumuş oldum. sonra monster'ı ve bir kaç shoju mangayı da okudum. one piece'i mangadan takip etmeye başladım. arkası geldi bir şekilde. özellikle yaoiler sayesinde ki kendisi junjou romantica'nın kapılarını açtığı yepyeni bir dünyadır. 
zamanla izlediğim anime sayısı 50'yi aştı ve izlemeyi düşündüğün 250 anime içeren bir liste de oldu.. artık animelerdeki  göndermeleri anlarım heralde diye düşünüp genshiken, lucky star gibi otaku içerikli animeler izledim. yeni şeyler öğretiyorlar.
3 boyutlu hayata döndüğümüzde de animelerin etkisi görülür oldu; insanın bakış açısını değiştiriyor, bazı önyargıları yıkıyor, normalde tuhaf olan şeyler gayet normal gelmeye başlıyor... 
daha gözle görülebilir etkilerden biri ise japoncaya aşina oluyorsunuz. mesela geçenlerde bir grup japon turistle yarı japonca yarı ingilizce sohbet ettik. güzel bir gündü. 
ayrıca ben mangalar sayesinde ingilizceyi de ilerlettim. hatta bazen manga okurken ders çalışıyorum diyorum.. 
ama şimdiye kadar kimsenin animelerle ilgilenmesini sağlayamadım. tek başardığım, herkesin benim anime denen birşeyleri sevdiğimi bilmeleri oldu. ama eminim ki eğer 1 sene sonraki üniversite sınavında çuvallarsam bu bilgilerini bana geri ulaştıracaklardır.. 

7 Mart 2012 Çarşamba

hermann hesse

evinin kapısında çinceden almancaya tercüme edilmiş şu şiir yazılıdır

"bir insan yaşlanıp,
misyonunu tamamlayınca,
ölüm düşüncesini huzur içinde,
karşılama hakkına sahiptir.
diğer insanlara ihtiyacı yoktur;
insanları tanır, onlar hakkında yeterince bilir.
artık ihtiyacı olan huzurdur.
bir insanı ziyaret etmek veya onunla konuşmak,
sıradanlıkla onu huzursuz etmek iyi değildir.
evinin kapısından, içinde kimse yaşamıyor gibi
uzak durmak gerekir."





yukarıdaki yazı bana Albert Camus'un tersi ve yüzü adlı kitabını anımsattı. o kitaptaki hikayelerden birincisinde yaşlı bir kadın vardı. bir hastalık geçiriyordu ve öleceğini sanmıştı.  kımıl kımıl geveze bir ihtiyarcıkken, sessizliğe ve kımıltısızlığa gömmüşlerdi onu. uzun günler boyunca yalnızdı, okuması yazması yoktu, pek bir duyarlığı da yoktu, tüm yaşamı tanrı'ya yöneliyordu. ve kadın kendisiyle ilgilensinler diye emin olmadı halde hastalığının iyileşmez olduğunu söylüyordu. 


bir gün genç bir adam kadının derdine gerçek bir ilgi duymuş ve kadınla ilgilenmişti. bu ilgi umulmadık bir şölendi hasta için. acılarını coşkunlukla anlatıyordu: sıkılıyordu. konuşmuyorlardı kendisiyle. köşede kalmıştı. ölmek daha iyiydi... 
sesi kavgacı olmuştu. bir pazarlık sesiydi. gene de bu genç adam anlıyordu. 


genç adam bir akşam yemeğe çağrılmıştı. yemekten sonra sinemaya gidilmesi kararlaştırıldı. genç adam, kadını unutarak, teklifi kabul etmişti. herkes hazırdı. yaşlı kadını öpmüşlerdi. yalnız genç adam kalmıştı. o da kadının elini sevgiyle sıkmıştı. ama kadın yalnız kalmak istemiyordu, kendisine ilgi gösteren biricik varlığa bağlanarak elini bırakmıyor, sıkıyor, beceriksizce teşekkür ediyordu. genç adamın rahatı kaçmıştı. O, şimdiye kadar karşılaştığı mutsuzlukların en korkuncu önünde duruyordu: sinemaya gitmek için bırakılan kötürüm bir yaşlı kadının mutsuzluğu. gitmek, sıvışmak istiyordu, elini çekmeye çalışıyordu. bir an için kadına kin duydu. en sonunda çekilip gidebildi.


bu arada hasta, kendisini koruyan biricik kesinliğin de silindiği hissetti. tümüyle ölümün düşüncesine bırakılmıştı. yalnız olmak, insanları bırakmak istemiyordu. işte bu nedenle ağlamaya başladı...




bu iki yazıda da yer alan yaşlı insanların,  yalnızlığa bakışlarını bu kadar farklı yapan nedir? neden biri daha gerçekçi olmasına rağmen diğeri gibi olmayı umuyoruz?

4 Mart 2012 Pazar

anime müzikleri

animelerde geçen sevdiğim müzikleri toplamaya çalıştım. mp3'ümde geniş bir yer kaplamaya başladılar. bleach ve nana ağırlıkta olmak üzere işte şu ana kadarki favorilerim;

1) NANA trapnest starless night 


2) NANA endles story

3) bleach opening 6

4) bleach life is like a boat

5) samorai champloo obokuri eeumi

6)duvet lain

3 Mart 2012 Cumartesi

fanatikler

 oz dizisinde augustus hill'in guotelarından biri;


"gezegenin üzerindeki herkes bir çeşit gerçeğe inanmak üzere büyütülür ; tanrı'ya, ahlaka, ölümlülüğe, hayatın amacına.
bu tür inanışlara genellikle din diyoruz. ve eğer hayat sırasında bu inanışlar çökerse, gerçek olmadıkları kanıtlanırsa, takip edeceğimiz ve inanacağımız başka bir din buluruz. bu dönüşüm sarsıcı olabilir, sadece bizim için, ruhumuz için değil, ama etrafımızdakiler için de.
christopher columbus yeni dünyaya vardığında, yanında katolik bir rahip vardı. bundan sonra rahipler bu kıtaya gelmeye başladılar, yerlileri ikna etmeye, haçı öptürtmeye çalıştılar, peyote içmeyi bıraktırmaya, çıplaklıklarını örttürmeye çalıştılar. ve yerliler onları büyük bir hevesle karşıladılar(!). rahipleri sakatladılar, işkence ettiler ve yaktılar... ve vücutlarını tanrılara adadılar.
saul atını şam'a süren bir askerdi ve birden gökyüzünde devasa bir haç gördü. hemen isminin ilk harfini "p" ile değiştirdi ve paul oldu.neden? bilmiyorum. birçoğumuz gökte haç görecek kadar şanslı değiliz.
birçoğumuz için tanrı'nın gönderdiği işaretler belirsiz. değişime uğrayan herkes, komünistken kapitalist olan da, veya alkolikken yeşilaycı olan da, eski inançlarını kötülerler. çünkü onların işine yaramadıysa kimsenin işine yaramamalıdır. bakış açısı daralır, ışıktan kör olur. hindu da olsa, adsız alkoliklere de katılsa bir fanatiğe dönüşür. bana sorarsanız dünyanın içine siçanlar fanatiklerdir. fanatikler, tanrı'nın kendi saflarında olduğuna inanırlar. ya geri kalan bizler? bizim ilahi ışığa ihtiyacımız yok.
bize gereken, gecenin karanlığında tuvalete giderken ayağımızı çarpmamıza engel olacak kadar bir ışık."

2 Mart 2012 Cuma

full house

ilk defa bir  Kore dizisi izledim. üstelik izlemeden önce kdrama hakkında hiç bir şey bilmiyordum. her neyse şimdi biliyorum. ve neden bu dizilerin takip edildiğini anlayabiliyorum. bunu sonra açıklarım. ama şimdi özellikle izlediğim dizi hakkında yazmak istiyorum.


  full house ile başlamak iyi bir tercih olmuş. diziyi bitirdiğimde öne çıkan bir yapım izlediğimi fark etmiştim.  çünkü izlemesi çok eğlenceliydi. bunun nedeni çoğunlukla oyunculara dayanıyor. bi rain'in oynadığı role özellikle bayıldım. gülümsemesi, hareketleri, konuşması.. çok farklı ve sevimliydi.hatta şimdi onun başka bir dizisi olan a love to kill'i izlemeyi düşünüyorum. ama sanırım o daha drama ağırlıklıymış. full house ise gerçekten komik ve eğlenceliydi. bir çok yerinde sesli gülmeme engel olamadım. özellikle Han Ji Eun ile babaannenin (dizideki favorim buydu) bahçede çiçekle falan uğraşırken yaşlı kadının fenalaşması ve ji eun'un onu sırtında taşımaya çalışması bence en komik sahneydi. gerçi jie eunun three bear'i kadının önünde ilk sergiledi yerde de çok eğlenmiştim. üstelik kız çok tatlı ve sevimli görünüyordu. zaten bu diziyle ilgili en çok hoşuma giden şeylerden biri oyunculardaki bu doğallık.. diziye çok sempatik bir hava katıyor. konuşmalarının da bunda etkisi vardır tabii. 
Korean Actor Rain(Bi) Picturesbir de aile anlayışlarına bayıldım. model ve ünlü biri olmasına rağmen babasından dayak yiyen babannesinin azarladığı karakterler var. bu yönleriyle türk kültürüne de benziyor ama türkiyedeki dizilerde bunlar bu kadar doğal yansıtılamıyor maalesef.  üstelik kdramalar konu olarak da benziyorlar eski bir türk filmi izliyormuş hissi veriyorlar.
aslında itiraf etmek gerekirse olumsuz eleştiri yapmaktan kaçınmak gerekir çünkü bu tür herkese göre değil.  mantık aramadan izleyemiyorsanız ve  fantastik aşk öykülerinden hoşlanan biri değilseniz eleştirecek bir çok nokta bulursunuz muhtemelen. bense şuana kadar asyadan çıkan çoğu şey için minnettar biri olarak (özellikle aşırı şiddet içeren yakuza filmleri, mangalar ve animeler için) kdrama ve jdrama türüne de göz atmak istedim. henüz jdrama izlemedim gerçi. öneriniz varsa gönderebilirsiniz..

Massive Attack - Risingson



massive attack'ın ilk dinlediğim şarkısı değil ama inertia creeps'ten sonra en sevdiğim şarkısı. aslında inertia creeps'i kime dinletsem çok seviyor. yabancı şarkılara mesafeli duranlar hatta ilk defa dinleyeler bile onu yeniden dinlemek istedi. bunun nedeni büyük ihtimalle inertia creeps'in biraz  türk müziğini andırması. her neyse bir şekilde inertia creeps'in kamuya mal olduğunu hissettikten sonra yine onu andıran başka bir parçayı da öne çıkarmak istedim. karşınızda risingson.  dream on...

17 Şubat 2012 Cuma

divan -irvin d. yalom

divan-irvin-d-yalombu yazarın daha popüler olan zerdüşt ağladığında adlı bir kitabı daha var.  o da divan gibi psikoterapiye ilgili bildiğim kadarıyla. psikolojiye ilgi duyan ve bu kitabı okuyup tarzını sevenler zerdüşt ağladığında'yı da okuma listelerine ekleyebilirler. ne de olsa psikoterapi içeren pek fazla roman türü kitap bulunmuyor.
 kitap hakkında genel bir yorum yapmayı amaçlamıyorum. sadece kitabın içinde paylaşmak istediğim bir iki şey vardı ve burasının uygun olduğunu düşündüm. birincisi neden bu kısım dikkatimi çekti bilmiyorum (bu da başka bir psikolojik araştırma konusu olabilir gerçi) ama kitapta kibirli insanlarla ilgili bir tespit bulunuyor. kibirli olanların, genelde toplumdaki sıradan bir insan konumuna ulaşabilmek ve orda kalabilmek için insanüstü bir çaba sarf etmeleri gerektiğine inandıklarını söylüyor. yani kibirli olanlar aslında kendilerini hor görüyorlar. bu düşüncenin içerdiği tezatlık gerçekten çok hoşuma gitti. üstelik bu sadece kibirli olmak söz konusu olduğunda geçerli olmayabilir diye düşündüm. yani farz edin ki herhangi biri kendini nasıl tanımlıyorsa veya nasıl gösteriyorsa aslında tam tersi olduğuna inanıyor. bu konuyu nereye çekebilirim bilmiyorum. belki sonra bulurum ama şu an için cezbedici bir özelliği var.

9 Şubat 2012 Perşembe

oz

***spoiler içerir. diziyi izlemeyi düşünenler okumamayı tercih etsin.***
 
6 sezonunu 1 haftada bitirdim ve keşke uzun bir zamana yaysaydım diye düşünüyorum. çünkü oz'un her bölümü üzerine düşünülmesi gerekir. ben hemen diğer bölümüne geçtiğim için ilerde tekrar izleyeceğim. çünkü bunu unutmak istemiyorum. çünkü oz her hangi bir diziye benzemiyor ve bunun gibisini bulmak çok zor olacak. demek istediğim kaç tane dizide ana karakter diye gösterebileceğiniz biri yoktur ki.. dizinin ilk bölümünde ana karakter zannettiğim kişi öldü mesela. işte oz farkı. tobias beecer dersek ki onun hikayesi hep favorim olmuştur bazı bölümler hiç görünmüyor belki yemek sırasında falan görüyoruz ki bu da oz gerçekliliğini artırıyor.

 aslında ozu izlemeden önce ve 1. sezonundan sonra dizi hakkında bazı yorumları okudum yapmamam gerekirdi ama istemeyerek cyrilin idam edildiğini kellerin da idam koğuşunda olduğunu ve sonunda öldüğünü, beecer'in dışarı çıktığını ve saidle augustus hill'in bıçaklandığını öğrendim. ama bu bir şekilde diziyi daha heyecanlı hale getirdi. şöyle ki cyrili idama götürdüler ve ben öleceğine eminken infazı ertelendi ve sezonun sonunda öldü. aynı şekilde beecer'in şartlı tahliyeyle serbest kaldığını biliyordum ve ilk görüşmesinden sonra serbest kalmasının tamamen hayal olduğunu fark etmekte bile zorlandım. ne kadar şaşırdım ve üzüldüm de tabii sonradan 2. seferde serbest kaldı gerçi ama killer yüzünden yine içeri girdi. killer karakteri hep beklenmedik şeyler yaptı dizi boyunca ama sonuncuyu bekliyordum. beecer dışardayken onu unutmasını istemiyordu. ama kendini aşağı atmasını hayatta tahmin edemezdim. sonlarının böyle olması sinirlendirdi beni. intihar her zaman etkileyici bir sondur ama beecer ne derse desin keller yine af ederdi biraz zaman verse yeterliydi niye intihar ederken bile onu suçladı. ya da en iyisi killer atladığında beecerin da onu tutmak için atlaması olurdu. ölürlerdi ya da ikisi de yaşardı. ama işte ozun tuhaflığı. normal bir hikayede mesela okuduğum birinde serbest kalacak olan tek başına gitmek istemediği için yine suç işler ve diğeri ona bu yüzden kızar. mantıklıdır yani aşık olduğun kişi için fedakarlık yapmış oluyorsundur. ama bu çeşit bir aşk yerine nedense dizideki daha etkileyici...

 bu dizinin diğerlerinden en büyük farklarından biri kesinlikle augustus hill karakterinin bölüm arasında alakasız gibi görünen yorumları. dizi boyunca bu yorumlar fanatiklikten yunan mitolojisine japon balıklarından uyuşturuculara kadar geniş bir konu kapsamına sahiptiler. ve bence dizinin en iyi yanlarından biriydi. (bu quoteları ilerde blogumda paylaşmayı düşünüyorum)
 sonuç olarak spoiler falan dinlemeyen her durumda şaşırtan ve izlenmesi gereken bir dizi..