12 Mart 2015 Perşembe

adventure time



bu cartoon network çizgi filmi gerek çizimlerindeki farklılık gerek konuları işlemesindeki beklenmedik hamleleriyle oldukça şaşırtan ve hayal gücüne saygı duyduran bir yapım. bana çocukluğumdaki gibi çizgi filmleri takip etme alışkanlığı kazandırdı tekrar. özellikle ilk sezonu hem çocuklara hem yetişkinlere hitap edebilen az sayıdaki yapımlardan biridir. sonraki sezonları daha çok yetişkinlere hitap etse de çocuklar da eğlenerek izleyebilirler sanıyorum.

ben bölümlerinden bazılarını sonradan hatırlamak için özet yapayım dedim. geri kalan sezonları türkçe dublajlı buldukça izlemeye devam edeceğim çünkü orijinal seslendirmeye göre daha iyi iş çıkarılmış ve izleme zevkini katlamış gerçekten de. tabi orijinal seslendirmenin de kendine göre avantajları var. mesela bazı karakterler aksanlı konuşuyor. bmo japon aksanıyla, tombiş fil texas aksanıyla konuşuyor. sonra şarkıları türkçede bazıları çevrilirken bazıları çevrilmemiş. siz yine de şarkıları orijinal halinde alın diyorum çünkü çok özenli işler çıkarmışlar. marceline'in sesi çok güzel. jake'in making bacon pancake'ini de orijinalinden duymanız şart. şimdi listeye geçiyorum. zamanla güncelleyebilirim umarım. sıralama rastgeledir.


`jake suit` fin jake'in bedenini koruyucu bir zırh gibi giyer. jake bunun o kadar da iyi olmadığını düşünür. finn de tam tersini önerir. jack finn'in bedeninde onu en utanç verici konumlara düşürmye çalışır. alev prensesinin ailesinin önünde ı can puncha yo buns” söyleyerek dans eder. dizinin en komik anlarından biridir. sonunda volkana atlamaya kadar uzar iş. sonu ise yine ilginç bir şekilde biter. jack finn engellememesine rağmen volkana atlamaz ama iddiayı kazanan finn jake'in bedeniyle volkana atlar.

`no one can hear you` finn şeker krallığında uyandığında ortada kimse yoktur. bir tek jack vardır ama o da delirmiş gibi davranır. jack gökkuşağı atının ve şeker halkının ona sürpriz bir doğumgünü partisi hazırladıkları için ortada olmadıklarına inanıyordur. önce finn de ona inanır ama jake'in altı aydır beklediğini öğrendikten sonra araştırmaya başlar. jake'in girdiği tripler için bile leziz bir bölümdür. geyiğin ellerini çıkarışı akılda kalıcı acayip bir sahne içerir.

`hot to the touch` finn'in alev prensesiyle tanıştığı bölümdür. jack prenses çiklet için ağlayan arkadaşına yeni bir kız arkadaş bulmak ister. komedi olarak ilerleyen bölümde jack'in dostluğuna hayran kalırken finn'in alev prensesine söyledi samimi sözleriyle bize en duygusal ve romantik anlardan birini verir. "ı just like you. ı think ı… ı think ı like-like you. listen, when ı look at you, my brain goes all stupid. and ı just wanna hug you, and sit on the couch and play bmo with you. ı can’t explain why, but, ı never felt this way before and ı think we should be together."

`the tower` 6. sezonun ilk bölümlerinden sonra yine genel konu etrafında dönen, bir o kadar duygusal ve ders niteliğinde bir bölümü. finn kolunu geri almak ve babasının yüzüne bir yumruk atmak için uzaya bir kule inşa etmeye başlar.

`king worm` inception tarzı harika bir bölümüdür. finn bir rüyada sıkışmıştır ve kurtulmak için solucanı bulması gerekir. rüyada jake'in bile gerçek olmadığını öğrenecektir. kurtulmak için bastırılmış korkularını gün yüzüne çıkarır. burada hoş bir ayrıntı da aynaya baktığında kendini yapay kollarla insan evrenindeki hali gibi görmesidir.

`puhoy` bu bölüm finn ve jake'in konuşmasıyla başlar. finn üzgündür çünkü ateş prensesi ile ilişkisi için endişelidir. jake de ona tavsiyeler verir. girişi en güzel ve ilginç bölümlerden biridir bu diyaloglar nedeniyle. sonrasında finn yalnız kalmak için yastık kalesine girer ama nasıl olduysa yastıkların yaşadığı bir diyarda bulur kendini. yastık halkı finn'i aralarına kabul ederler. finn bir yandan çıkışı ararken bir yandan da zaman geçiyordur. finn yastık halkından bir kadınla evlenir, çocukları olur. finn hala bir yandan kendi dünyasına gidiş yolları arıyordur. karısı da durumu kabullenir ama finn'den kendisini unutmamasını ister. finn ise artık jake'in yüzünü bile hayal meyal hatırlıyordur ve sonunda artık gitmekten vazgeçer. zamanla iyice yaşlanır ve ölür. ama öldüğünde kendi yastık kalesinde jake ve bmo'nun yanında hiç bir şey hatırlamayarak uyanır.

`the monster` yumrular prensesinin evden kaçış hikayesidir. bölümde anlattığı kurtlarla yaşadığı olaylar özellikle çok komiktir. kurtların vücut dillerini okuyabildiği için onlara isim verir ve onlarla aya doğru ulur. diğer bölümler kadar olmasa da yumru için listeye girmesi gereken bir bölüm olduğunu düşünüyorum.

 `holly jolly secrets part ıı` buz kralının geçmişi hakkında ilk defa bir şeyler öğrendiğimiz noel bölümü. fnn ve jake buz kralının attığı kasetleri alıp izlerler ve son kasette zavallı simon'un tacı bulmasıyla başına gelenleri ve nişanlısını kaybettiğini görürler. bundan sonra buz kralını artık serinin kötü karakteri değil sempati ve merhamet hissettiğimiz deli ve çılgın bir karakteri olarak görürüz. bölümün sonunu noel'e bağlamaları da oldukça hoştur.

`memory of a memory` bazen adventure time'ın bir bölümü üzerinde düşününce bu kadar şeyi 10 dakikaya nasıl sığdırdıklarına şaşırıyorum. bu bölümde onlardan biri kuşkusuz. finn ve jake marceline'in hatıralarına girerler. ama sonunda marselin'in eski erkek arkadaşı ash tarafından kandırıldıklarını anlarlar. finn'in bulduğu çözüm dahiyanedir. zaten finn kendini öyle görmese de çoğu zaman zekice çözümler bulur aslında. bölümde marselinin oyuncak ayısı hamboyla ilgili şeyler de öğreniriz. en iyi bölümlerden biridir.

`lemonhope` beşinci sezonun sonlarından bu iki bölümün amacı duygusallık olmamasına rağmen ağlatma potansiyeli olması oldukça ilginçtir ve büyük bir başarıdır aslında. umutlu limonu limon halkı kendilerini feda ederek özgür bırakırlar. prenses çiklet ona ders verir çünkü bir gün umutlu limonun limon halkının kurtarıcısı olacağına inanır. ne var ki umutlu limonun kendi özgürlük felsefesi vardır. eğer halkı onun özgür olmasını istediyse o zaman özgür olacak ve istemediği şeyleri yapmayacaktır.

 ikinci bölümde gördüğü rüyalar ile ki her rüya uzun uzun incelenmeyi hak edecek kadar muhteşemdir, umutlu limon neyin yanlış olduğunu sorgulamaya başlar. önce rüyaları özgürlüğün bedeli olarak yorumlar ama bulutta yaşayan yaşlı adam ona yardım eder vicdan azabı yüzünden umutlu limon fiziken özgür olsa da gerçekte özgür olmadığını anlar. o kafasıyla değil elleriyle ve kalbiyle öğreniyordur. bunun üzerine umutlu limonumuz, limon halkını kurtarır ve prenses çikletin orada kalma teklifini kabul etmeyip yine yola koyulur. prensesin ona yazdığı şarkı eşliğinde 1000 yıl sonra yine evine gelir. o şarkıyla biz de çizgi film izlerken ağlamış oluruz. bu iki bölümden suç ve ceza tadı almak da mümkün.


`the vault` finn'in rüyalarıyla başlayan bölüm ooo diyarının geçmişi hakkında bilgi vermesiyle oldukça önemlidir. mantar savaşından sonra yeniden düzenin kurulması için oldukça zor zamanlar yaşanmış olduğunu görürüz. ayrıca prenses çikletin göründüğünden yaşlı olduğunu da öğreniriz.

`ı remember you` bu çok özel bir bölümdür. çoğunun favori bölümü olmasına şaşmamak gerek. buz kralı ve marselin'in geçmişi hakkındadır. buz kralının prensesleri kaçıran kaçık bir ihtiyar olma serüvenini izleyince ona sempati duymamak mümkün değildir.

`fionna and cake` buz kralı fin ve jack'in fanfiction'ını yapar. bütün karakterler cinsiyet değiştirmiştir. finn, fiona jake de cake olmuştur. yazarlar bu bölüm ile hayranlara büyük bir iyilik yaptıklarının farkındalar mıdır merak konusu.

`ıt came from the nightosphere` iğrençlikte yarışan bölümdür. üstüne osuruk şakasıyla biter.

`the lich` serinin en karanlık bölümleridir kuşkusuz. buz kralı artık nötr olduğu için açılan kötü karakter boşluğunu lich oldukça doldurur. yine de en kötü yanı finn'in iyi niyetinin evreni yok olmaya götürdüğünü görmektir ki çok güzel bir ders de verir aslında. bu bölümle dizi kozmik seviyeye ulaşır.


bir de dizinin hikaye sürekliliğini sağlayan bölümleri var. bunları arka arkaya izlemek gerektiği için buraya sırayla yazıyorum.

sezon 1: the enchiridion, his hero
sezon 2: mortal folly, and mortal recoil (lich'in göründüğü bölüm)
sezon 4: the lich ve devam bölümleri
sezon 5: finn the human, jake the dog.

15 Kasım 2013 Cuma

the guru

 animeleri keşfetmeden önce favori çizgi dizim avatar the last airbender'di. sırf bunu izlemek için saat 6'da kalkıp tv'yi açardım. bu çizgi dizinin neden farklı olduğunu o zamanlar açıklayamazdım muhtemelen ama şimdi bunun nedeninin içerdiği anime havası olduğunu biliyorum.
 eskiden izlediğim bir şeyden neden şimdi bahsettiğime gelince; aslında bu dizi unutamadığım bir kaç bölüme sahip. bunlardan biri THE TALES OF BA SİNG SE adlı bölümü. farklı hikayelerin anlatıldığı bu bölümde Iroh'un hikayesi özellikle dikkat çekicidir.
bir diğer bölümde 2.sezon 19. bölüm olan THE GURU. aslında bu bölüm izlediğim sıralarda favorilerimden sayılmazdı. ama bugünlerde tesadüfen aklıma geldi. tesadüf sayılmaz aslında, yıllık ödevim için ingilizce dergi hazırlamam gerekiyordu. içine sıkıcı olmayan bilgiler koymaya karar verdim. ve araştırırken çakralarla , çakra açmayla ilgili haberler buldum. insanda 7 tane çakra olduğundan ve bunların farklı yerlerde bulunduğundan bahseden haberler... bunu önceden duymuştum, diye düşündüm. biraz düşününce avatar'ı hatırlayabildim. sorun şu ki izlerken bölümde bahsedilenlerin kurmaca olduğunu zannetmiştim. sonuçta o dünyada insanlar elementleri büküyor. ama o bölümü yeniden izleyince (bu arada ingilizce konuşmaları çok garip geldi) avatarı eğiten gurunun konuya kendi yorumunu da kattığını fark ettim. çakralara ateş çakrası su çakrası gibi isimler vermişti. dolayısıyla dergiye koymak için guru versiyonunu seçtim. gurunun avatara verdiği eğitimi ingilizce olarak dergideki haliyle aktarıyorum.

"You must gain balance within yourself before you can bring balance to the world."  

And the first step to gaining balance begins with opening chakras. there are seven chakras within the body, each with a purpose and each with a different blockage; an intense sensation results from the opening of them all.



The water flows through this creek, much like the energy flows through your body. chakras are pools of swirling energy in our bodies. If nothing else were around, then this creek would flow pure and clear. However, life is messy, and things tend to fall in the creek. And then The creek can't flow. But, if we open the ponds between the pools, The energy flows


There are seven chakras that go up the body. Each pool of energy has a purpose, and be can blocked by a specific kind of emotional muck. Be warned, opening the chakras is an intense experience, and once you begin the process, you can not stop until all seven are open.


First we will open the earth chakra, located at the base of the spine. It deals with survival, and is blocked by fear.  Let your greatest fears become clear to you. You may be concerned for your survival, but you must let those fears go.


Next is the Water chakra
This chakra deals with pleasure and is blocked by guilt. Now, look at all the guilt with burdens you so. What do you blame yourself for?
Look at the guilt from your past that burdens you. Let them go, or they will poison your energy. Meditate and realize that these things happened for a purpose


Next is the Fire Chakra, located at the stomach. It deals with willpower, and is blocked by shame. Recognize the biggest disappointments in yourself, and what you are ashamed of. Accept that these things happened


Now is the Air Chakra, located at the heart. It deals with love, and is blocked by grief. Lay all of your grief out in front of you. If you have lost someone close, you must realize love is a form of energy, and it swirls all around us. The love is still in your heart, and can be reborn in the shape of new love.


Next is the Sound Chakra, located at the throat. It deals with truth, and is blocked by lies. The lies we tell ourselves. You must not lie about your own nature. Accept who you are.


Now the Light Chakra, located at the forehead. It deals with insight, and is blocked by illusions. The biggest illusion of all is the illusion of separation. Things we think are separate are actually one and the same. Like the nations of the world: we are all one people, but we live as if divided.


Last is the Thought Chakra, located at the crown of the forehead. It deals with pure cosmic energy, and is blocked by earthly attachments. Meditate on what attaches you to this world. Let your emotions flow and be forgotten. You must unlock this chakra to gain your energy from the universe.

14 Kasım 2013 Perşembe

uzun zaman oldu

ve ben tabi ki hiç bir düzenli aktivitede bulunamayan bir insanım sonuçta. düzenli blog tutmayı da başaramayacağımı biliyordum. gerçi  bloğu açarken hayallerim vardı daha doğrusu geleceği olmuş gibi kabul etme durumu mu desem. çünkü düzenli yazdığımı, hatta günü gününe her şeyi aynen naklettiğimi varsaymıştım. geleceğe dair yollar vardır, her ihtimal kendi evreninde gerçekleşir teorileri vardır ya işte öyle bir şey o ihtimali gördüm diyelim. asıl o ihtimalin gerçekleşmesini engelleyen de bu görüş oluyor işte. bu kendi içinde bir paradoks sayılır mı dersiniz. tek cümleyle ifadesi, ''bir şeyin gerçekleştiğini farz edersen o şeyin varsayılan evrende gerçekleşme ihtimali sıfırlanır'' olur sanırım. dikkatli bakarsanız bu cümlenin, yapılan programlara neden uyamadığımızı da açıkladığını görürsünüz. gidiş yolunu bulduğunuz problemleri neden sonuna kadar çözmediğinizi de açıklar. ben okulda matematik sorusu çözerken başka biri cevabı söylediğinde öğretmende doğru derse, çözümü bilmediğim halde uğraşmaktan vazgeçen kişiyim. yani bu cümle beni de açıklar. çünkü ben buldum. he he.
hem en temel fizik yasalarını da kullanabilirim. entropiyi al mesela. her şey düzensizliğe gider. evren kaosa sürüklenir diyor. işte biz de öngörülebilen bir geleceğe giden ihtimalleri yaptıklarımızla eliyoruz. belirsizliğe gitmek adına mutlu olacağını hatta rahat olacağını bildiğin yolları bile es geçiyosun.
işte böylece hem bloğun düzensizliğine hem ders çalışmama sorununa bilimsel açıklamalar getirmiş olduk. başta amaç bu değildi ama yazı öngörülemez bir şekilde ilerledi. o yüzden yayınlıyorum. nasıl biteceğini bilerek yazdıklarım da taslak olarak duruyor.

16 Eylül 2012 Pazar

kore vs japon dizileri

uzun zaman oldu. ama yaklaşık 3 ayda deli gibi anime izledim diyemem çünkü kore dizilerine merak sardım bir ara. teker teker mi anlatsam acaba diye düşündüm ama önce izlediklerimi yazıp sonra beğendiklerimi yeni bir blogda anlatırım. önceden coffee prince, full house ve a love to kill izleyip uzun bir ara vermiştim. yeni olarak da bu sırayla değil ama secret garden, greatest love, 49 days, goong, my girlfriend is a gumiho, dizilerini izledim. başlayıp yarım bıraktıklarım da var. boys over flowers mesele. kız karakterini beğenmemiştim ama bu dizinin japon versiyonu olan hana yori dango çok hoşuma gitti. ondan sonra da japon dizileriyle ilgilendim biraz. hana kimi, nobuta wo produce, kimi wa petto, gokusen, tatta hitotsu no koi
gibi dizileri izledim. bildiklerim bu kadar ama karşılaştırma yapmadan duramadım. sonuç olarak da kore dizilerinden beğendiklerim olsa da benim için japon dizileri galip geldi. japon dizilerinin anime havası taşımaları ve zaten mangalardan uyarlanmış olmaları beni tek cezbeden nokta değil. kore dizileri gibi parlak renkler değil de kapalı bir hava taşımalarını, gerçekçi olmalarını, illaki aşk öyküsü anlatma dertlerinin olmamasını, izlerken kore dizilerindeki zaman kaybı hissini yaşatmamasını sevdim. kdramalar da karakter yaratma açısından daha başarılı göründü. niye böyle diyorum çünkü favorilerimden olan secret garden'ı kim jon woo karakteri için greatest love 'ı da dokko jin karakteri için izledim desem yalan olmaz. zaten kdramaların olayı klişe konuları eğlenceli ve romantik hale getirip izletmek ama jdramalarda düşündürücü bir yan var. uçuk kaçık bir konuyu oldukça gerçekçi işleyebiliyorlar. kimi wa petto mesela. güçlü bir iş kadını, kapısının önünde yaralı olarak bulduğu bir adama, köpeği olması karşılığında evinde kalmasına izin veriyor. gerçekten uçuk kaçık bir konu ama işte izlerken neden yanındayken kendimiz gibi davranamadığımız kişilerle birlikte olmaya devam ederiz, neden evcil hayvanlarla daha kolay ve samimi ilişkiler kurarız gibi sorular üzerine düşündürüyor. hatta çatlak bir terapist tarafından bu soruları yanıtlıyor.
nobuta wo produce ise arkadaşlığı çok iyi anlatan dizilerden biri. konu olarak psikopat derecede garip bir kızı popüler yapmaya çalışan 2 arkadaşın öyküsü. tekrar tekrar izlenebilecek harika bir olay örgüsü ve oyunculuk var. benim tarzım bu diyebilirim.
aslında bu yazıyı yazmadan sadece hana yori dango ile boy over flowersı karşılaştırmayı düşündüm ama bunu birçok sitede ve blogda yapmışlar. hem ben hana yori dangoyu gerçekten sevdiğim için tarafsız olamayabilirim.

23 Nisan 2012 Pazartesi

northern exposure

northern exposure, 1990 ve 1995 yıllları arasında yayınlanmış bir televizyon dizisi. Kuzeyde Bir Yer adıyla Türkiye de yayınlamış ama ben bunun için geç kalmışım. yine de bu diziyi keşfettiğim için şanslı hissediyorum. dizide, Alaska'nın - gerçekte varolmayan - Cicely adlı kasabasında yaşayan bir grup insan ve onların başından geçenler anlatılıyor. new york'tan gelen doktor - Joel Fleischman 4 yıl boyunca cicelyde çalışmak zorundadır ki bu küçük kasaba yarı kızılderili olan Ed, Chris, Maggie gibi birbirinden ilginç insanlar içeren kuzeyde bir yerdir.

dizinin özellikle benim için çok önemli bir yere sahip olmasının birçok nedeni var ama en büyük neden dizideki karakter anlayışıdır bence. özellikle Rob Morrow' un canlandırdığı yahudi doktor karakterine, onun uzun ve iğneleyici cümlelerine ve Maggie'yle olan atışmalarına bayılıyorum. hatta bu yüzden tekrar izlediğimde de aynı tadı alabiliyorum. aynı şekilde radyoda Chris'in konuşmaları, jung'dan ve kollektif bilinçaltından bahsetmesi ve walt whitman'dan şiirler okuması da aynı tadı veriyor. ama sadece bu değil yani sadece cümlelerin, konuşmaların fazla beklenmedik olması değil diziyi farklı yapan, daha çok bütün o konuşmaları aktarış biçimiyle sanki dizi izliyor gibi değil de, o kasabada yaşıyormuş ve barda oturanlardan biriymişiz gibi hissettirebilmesi.ama merak ediyorum gerçekten bu kadar tatlı bir kasaba olabilir mi? çünkü acaba cicely'in aslında var olmamasıyla yazarlar bunun bir ütopya olduğunu mu anlatmaya çalışmışlar bize. umarım değildir çünkü küçük bölgelerde böyle sıcak bir atmosfer olabileceğine inanmak istiyorum.aslında bakarsak benim yaşadığım yerde küçük sayılır ve ben çocukken yaşadığım köyde gayet küçük bir yerdi ama itiraf etmeliyim ki dizideki mahalle barının üstlendiği görevi bizim köydeki kahvehaneler üstlenmezdi. belki sadece erkekler için bir yer olması bu farkı yaratıyordur ama sanmıyorum daha farklı bir nedeni var gibi bilmiyorum. ama emin olduğum birşey var; dizide Chris ne zaman, aurora borealis, mancınıkla piano fırlatma gibi şeyler yapsa ona özeniyorum gerçekten ve şöyle düşünüyorum, evet bende hayatımda böyle küçük projeler olsun istiyorum ve mümkünse bunlar bir işe yaramasın. yani hadi ama bütün yaptığımız zaten ne olduğunu anlayamayacağımız şeylere bir anlam yüklemeye çalışmak değil mi? öyleyse en anlaşılmaz şeyleri yapalım. okulu veya işi herneyse bırakıp bir motosiklete atlayıp kuzeye doğru yönelelim mesela. zamanımızı harcamak için daha iyi bir yol göremiyorum.





4 Nisan 2012 Çarşamba

avatar the legend of korra

avatar the last airbender'ın devamı niteliğinde, yeni başlayan bir seri 'avatar the legend of korra'. avatar'ı bilenler için çok sevindirici bir haber bu. ben de ilk avatarın fanlarından biri olarak bu yeni diziyi görünce, yine aang'i, toph'u, sokka'yı, zuko'yu ve elbette iroh'u göreceğimi düşünerek çok heyecanlanmıştım. ama dizinin ilk bölümünde eski karakterlerden görebildiğimiz sadece katara var. çünkü yeni hikaye 70 yıl sonrasını ve yeni bir avatarı içeriyor.


isminden de belli olduğu gibi yeni çizgi dizimiz, aang'den sonra gelen avatarı yani korra'yı ve onun republic city'deki maceralarını konu ediniyor. korra, mavi gözlü, kumral, su kabilesinden bir kız. ayrıca  karakter olarak da aang'den oldukça farklı. öyle ki, ''ben avatarım. buna alışsanız iyi olur.'' diyerek yaptı açılışını. henüz dizinin ilk bölümünü izledim ama gördüğüm kadarıyla korra, zamanla daha sempatik gelebilecek bir karakter ve açıkçası aang'e benzetmeye çalışmamaları iyi olmuş.
gelgelelim republic city'e. burası aang'in hükümdarlığı döneminde gelişmiş, 4 ulusu birleştiren oldukça modern bir şehir. her tarafı gökdelenlerle dolu, caddelerinde arabalar vs.. alışıldık avatar atmosferinin dışında yani. bu yeni görünümüyle eski mistik özelliklerini, çöl ve toprak rengini özletecek gibi görünüyor.
 açıkçası avatarda en sevdiğimiz şeylerden biri olan o mistik havasının ve doğayla bütünleşen felsefesinin yerine sırf 70 yıl geçti süsü vermek için gökdelenler ve teknolojik şeyler koymalarına inanamıyorum. tamam 70 yıl süren bir gelişim sürecinin ardından bir şeylerin değişmesi beklenir ama bu değişim avatar evreni söz konusuysa teknolojide olmak zorunda değildir. sadece avatarda değil, fantastik bir dünya ya da paralel bir evren varsa ortada, o evrende, dünyada'ki teknolojiye karşılık gelen her neyse o kullanılmalı. avatar için bu bükme yeteneğidir. ve avatarda modernleşme demek de bükmenin geliştirilmesi olmalıdır. mesela toph'un eğittiği metal bükebilen polisler... akıllıca olmuş gerçekten. ama aynı adamların uçağa bindiğini görmek de istemiyorum. bir evren için bu kadarı fazla. ha bu demek değildir ki teknoloji hiç bir fantazi de olmasın. olabilir tabii ama fma'daki gibi bir ayrım yapılacaksa.. fma'da edward başka bir dünyaya gider ve burada simya kullanılmadığını onun yerine teknoloji olduğunu görür ve yeni hayalini uzaya çıkmak olarak değiştirir. başka bir örnek zero no tsukaima'da büyülerin hakim olduğu bir dünyaya düşen normal bir çocuk vardır. büyü yapamaz doğal olarak ancak kendi dünyasından gelen uçakları ve silahları kullanabilir. baktığımızda bir denge olduğunu görebiliyoruz. ilk avatarda da bu denge vardı elbette üstelik çok ince detaylarlar da vardı bu konuda. mesela toph toprak bükerek uzun mesafeler kat edebiliyordu. aang hava bükerek uçabiliyordu. appa bile hava bükerek nasıl oluyorsa uçabiliyordu. yani bütün yan avantajlarını geçsen bile tek başına 4 elementi bükme fikri, büyü, simya vb. alternatiflerine göre çok daha orjinal bir fikir. yeterince özendirici..
  aslında yeni karakterler hakkında yazmak istiyordum. aang ve katara'nın torunları ve belki ilerde zuko ve sokkanın torunlarını da görme ihtimali hakkında. ama onun yerine bir resim daha açıklayıcı olur şimdilik. işte yeni jenerasyon:



22 Mart 2012 Perşembe

DUNE - LOTR


Dune, Artur C. Clarke'ın ifadesiyle "Yüzüklerin Efendisi ile kıyaslanabilecek tek şaheser kurgu romandır." 

Ben dune'u yüzüklerin efendisinden daha önce okumuş biri olarak bu sözü duyduğumdan beri, yüzüklerin efendisini özellikle okumak istiyordum ki ben bu serinin filmlerini bile henüz izlemiş değilim. dolayısıyla 1 hafta kadar önce kütüphanede uzun zamandır kayıp olan serinin 1. kitabına rastlayınca sevinerek aldım. bugün de kitabı bitirdim. 
kitap kısaca frodo ve 8 arkadaşının yolculuk maceraları gibi görünüyor. ama arka plandaki büyük bir gücü simgeleyen yüzüğe sahip olma mücadelesiyle alegori olabileceği de savunulmuş ve tartışmalara ortam hazırlamış. yazara göre ise bu seri alegori değil, tarihi bir roman. sonuçta nasıl bakarsanız bakın fantastik edebiyata giriş niteliğinde, yepyeni bir tarih ve coğrafya yaratmayı başarmış olağanüstü bir roman ama dune ile kıyaslamak.... 

bu iki kitabı kıyaslamaya gerek yok aslında ikisi de yayınlanmasının önüne geçenleri katlettiğinde vizdan azabı duymamanı gerektirecek kitaplar. ama eğer böyle bir kıyaslama söz konusuysa bence dune yüzüklerin efendisini büyük bir farkla olmasa da geçer. ama bu genelde böyle tabii. bazı noktalarda üstünlükler pekala değişebilir. mesela dune asillerden hanedanlardan kuisatz haderah gibi üstün insanlardan bahseder ki paul müeddip doğuştan gen zengini, şanslı biridir. buna karşılık lotr'da frodo sıradan bir hobbittir. 

zaten özellikle fantastik eserlerde insanlar zaten yeterince farklı olan karakterlerin en azından biraz kendilerine benzemesini ve sıradan olmasını daha çok seviyor. (harry potter'da da kullanılan bir yöntem bu aslında.) üstelik kahramanın sıradan biri olması yazara da kolaylık sağlar. bu bakımdan frank herbert'in işi daha zordu bence çünkü o bir mesih hikayesi anlatıyordu. dolayısıyla tasarladığı karaktere üstün özellikler verdi. onu zeki, iyi eğitimli ve mentat olarak tasarladı üstelik fremenler onu peygamber seviyesine yükseltti ve frank herbert, paul'ü her konuşturduğunda ona verdiği bu kadar özelliği dikkate almak zorundaydı. 

ama frank herbert işini o kadar iyi yaptı ki okuyan herkes kendini paulle birlikte büyümüş gibi hisseti ve karaktere sempati duydu. şahsen benim en sevdiğim karakterdir paul müeddip. turgenyev'in babalar ve oğullarında bazarov hakkında arkadiy'e biri şöyle diyordu yanlış hatırlamıyorsam; ''o farklı olmaya çalışmıyor hatta bundan nefret ediyor bu yüzden farklı, sense farklı görünmek istiyorsun bu yüzden hep sıradan olacaksın'' bu söz paul için de geçerli, o sıradan olmak istedikçe daha gerçekçi geliyordu bana. onun bu psikolojisi dune serisinin 2. kitabındaki duygusallığın da en büyük nedeniydi.
 
gelgelim lotr'a ki burada karakterler hakkında en takdir ettiğim şeylerden biri onların doğallığı. sanki gerçekten yaşıyorlar da bir kaç boyut farkı yüzünden bizim algılayamadığımızı yazar algılamış gibi. (dune tabiriyle farkındalık). 
demek istediğim böyle bir kitap yazan başka biri ne yapardı. en azından grubtaki 9 kişiden birini kadın olarak tasarlardı ya da frodo hobbit değil de insan olurdu.. ama tolkien bu klişeler için kasmamış. kadın bir karakter eklemek için zorlamamış ki çok iyi yapmış. kısaca kendi boyutunda ne gördüyse onu yazmış.. 

konuyla ilgili bir yazıda dune ile lotr'un verdiği mesajlar yönünden karşılaştırıldığını gördüm. tam hatırlamıyorum ama ana fikir şuydu: ''dune'daki insanlardan çoğu hayvan statüsündedir buna karşın lotr'da insan olmayanların bile çoğu insandır..'' bu doğru. dune da insanların gerçekten insan olup olmadığını anlamak için gom cabbar sınavına girmesi gereklidir. sınav insanların acıya katlanma seviyesini ve içgüdülerini kontrol etme düzeyini ölçer. ilk kitapta rahibe ana olan yaşlı kadın bunu şöyle açıklamıştı: ''bir hayvan tuzağa yakalandığında sadece kurtulmayı düşünür ve gerekirse kolunu, bacağını kopararak oradan kaçar; bir insan ise türüne yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için acıya katlanarak bekler.'' (gerçeği bunun daha iyi bir ifadesiydi). 

lotr'da ise ön planda olan yüce duygular var. kardeşlik ve dostluk duyguları her hareketlerinden okunur. mesela, ilk kitabın sonlarında, sam'in frado söz konusu olduğunda gösterdiği zeka pırıltıları bu duyguların bir sonucu olarak vuku bulur. sonuçta evet lotr az olan insan popülasyonuna rağmen daha fazla insaniyet içerir. ama bu sonuç bence bir artı yada eksi kazandırmaz. 

hatta dune daha insancıl olsa daha iyi olur diyemeyiz. yapısına uymaz. çünkü dune'da alt planda evrimin sürekli işlediğini görürüz. doğal olarak güçlü olanın ayakta kalması söz konusudur hatta lotr'daki yüzüğün karşılığı dune'da evrimde bir basamak ileri gitmektir ki II. leto'nun bunu yaptığını görürüz. babasının red ettiği yüzüğe II. leto sahip olmuş olur. oysa lotr'da yüzükten kurtulmaya çalışırlar. bu dune'da evrimin önüne geçmeye çalışmakla aynı şey. 

lotr'da yüzüğü yok etmeye çalışmalarının nedeni şuydu: 'büyük güç iyinin de eline geçse kötünün de eline geçse sonuç değişmez. dengeyi korumak her zaman hayat kurtarır.' dune'da paul müeddip'in altın yolu ret etmesinin nedeni de muhtemelen aynısıydı. peki II. leto'nun babasına rağmen ve yol açacağı büyük savaşları bilmesine rağmen altın yola girmesinin nedeni neydi?  o bu yolun engellenemez olduğunu görmüştü çünkü. kaderci bir yaklaşımı vardı gerçi ama gelişimin engellenemeyeceğini, gücün önüne geçilemeyeceğini ya da yüzüğün yok edilmesinin mümkün olmadığını görmüştü. ne de olsa o da bir kuisatz haderah'tı.